Krem rengi hikâyeler: Ece

eceAdı Ece’ydi. Kocaman gözleri, incecik parmakları, hızlı çarpan bir kalbi vardı. Vakti zamanında kurulup köşeye atılmış birkaç hayaliyle birlikte kutu gibi bir evde krem rengi bir hayat yaşardı. Çoğu sabah çayının şekerini karıştırırken gözleri karşısındaki düz duvardan çok ötelere dalardı. Bazı günler sokakta yürürken nereye gittiğini unutup en kısa yoldan eve geri dönerdi. Ama her gece uyumadan önce başucundaki beyaz kâğıtlardan birine tesirli bir kelime yazıp kumbarasına atmayı unutmazdı. Kumbarası dolduğunda Umut Bank AŞ’ye gidip biriktirdiği tüm kelimeleri ‘Ömür Boyu Cesaret Tahvili’ ile takas edecekti.

Aklı dünya işlerine ermeye başladığından beri pek mutlu olduğu söylenemese de iyi olmak için var gücüyle uğraşıyordu. Misal, haberleri okumaktan kaçınıyordu. Koca insanlık tarihinde, bu dönemde bu coğrafyada doğduğu için kaderine kahrediyordu. Seçme şansı olsaydı yarım asır önce dünyaya gelmiş iki çocuklu bir ev kadını olarak daha mutlu olacağına inanıyordu. Bunu düşündüğü günlerden birinde ‘mukadderat’ diye yazıp kumbarasına attı. Kadere inanıp inanmadığına henüz karar vermemiş olsa da kahredebileceği bir kurum bulunması içini rahatlatıyordu. Okumaya devam et

Ben Her Gece Doğmayacak Çocuklarım İçin Soyunuyorum..

FulsBugünlerde kime saati sormaya kalksam, mevzu dönüp dolaşıyor çocuk yapmak için çok vaktim kalmadığına bağlanıyor. “Doğum kontrol yöntemi olarak haberleri okuyorum, günde iki kez, sabah ve akşam, en az yarım saat” yanıtını da pek yeterli bulmuyorlar ki “Haklısın ama…” diye başlayan cümlelerini üzerime salıyorlar.

Normal bir günde olsak, son seçim sonuçlarından başlar, eğitim sisteminden girip adalet sisteminden çıkar, arada sağlık sektörüne dokundurup, çocuk istismarlarından kadın cinayetlerine kadar vardırırdım konuyu.

Haklıyım ama bu değil!

Daha incelikli düşüncelerle yaklaşabilirdim konuya. Sokaklarda, esirgeme yurtlarındaki çocuklardan tek bir tanesi ailesiz kalmayıncaya kadar doğurmayalım, evlat edinelim diyebilirdim.

Bir çocuğu sevmek, bir çocuğu en iyi şekilde yetiştirmek için illa ki kendi rahmimizden mi çıkması lazım, diye sorabilirdim.

Haklıyım ama bu da değil! Hadi, dürüst olalım. Okumaya devam et

Ege sahilinde küçük bir pansiyon açalım..

Fulsen Türker'in kendi portresi 50x70, yağlı boya 2014, Istanbul

Fulsen Türker’in kendi portresi
50×70, yağlı boya
2014, Istanbul

Nerede kalmıştık? Evet, ben Fulsen. Garson ve Mutlu! 32 yaşında özgeçmişini buruşturup çöpe atan o kadın. Doğru hatırladınız, dokuz ay önce Datça’ya yerleştiğinden beri hakkında haber alınamayan o kadın işte, benim.

Size bu satırları emeklilik planlarınızın tam kalbinden yazıyorum. Hatta emekliliği bile beklemeden her şeyi bırakıp gidip, hani o kendi halinde bir pansiyon, küçük bir kafe, keyifli bir meyhane açmak istediğiniz Ege-Akdeniz kasabası var ya, işte orada hayallerinizdeki hayatı yaşıyorum.

Bilenler biliyor, bilmeyenler buradan öğrensin. Bir yıl önce, mutfağında kahve, biraz peynir, biraz meyve ve mutlaka sade dondurma olan Şişli’deki evimde, ben hiç İstanbul’dan çekip gitme hayalleri kurmazdım. Ama bir şey var ki profesyonel olmayan kariyerimdeki uzmanlığımı hayatımı alt üst etmek konusunda kazandım.

İstanbul’dan kaçış planlarınızın hemen yanında yaşattığınız o Fulsen, ben değilim, o benden iki üç gömlek büyük bir kadın artık. Ben mi? Sesim soluğum çıkmazken hatalar üzerine hatalar yapmakla ve bir kez daha hayatımı ters yüz etmekle meşguldüm. Okumaya devam et

Ölesiye korktum..

PicsArt_1424872869250Kendimi bildim bileli köpeklerden ölesiye korktum. Korkunun insana yaptırabileceklerinin ise sınırı yok…

2003 kışıydı, aylardan Ocak ya da Şubat, çok net hatırlamıyorum. Öğle saatlerinde bastıran kar, gece olmadan bütün şehri ele geçirmişti. Dükkânı kapatıp evin yolunu tuttuğumda saatler çoktan gece yarısını geçiyordu. İstiklal Caddesi’nden meydana kadar yürüdüm. Karın havayı yumuşatmasına aldırmayan Taksim Meydanı her zamanki gibi mevsim normallerinin üzerinde soğuktu.

Çevrede dolmuş, taksi, otostop çekebileceğim herhangi bir araç hatta benden başka bir insan evladı bile olmadığını fark edene kadar karı ne kadar çok sevdiğimi düşündüm. Arka planda kar yağan bütün anılarım güzeldi. İnceden gülümseyerek kaderime boyun eğdim ve eve ulaşmak için yürümekten başka çarem olmadığını kabul ettim.

Koşulları değerlendirdim: cepte yarım paket sigara, ortalama otuz santim yüksekliğinde kar, yaklaşık üç kilometre yol… Soğuktan daralan kılcal damarlarımın etkisi ile yarım saate kalmadan çişim de gelecekti. Okumaya devam et

27’inde ölemediysen, 30’larında yeniden doğacaksın..

PicsArt_1419190663446Doğdum. Her hangi bir yılın 365 gününün her hangi birinde doğdum. Dişlerim, pençelerim, yürüme ve kendini besleme gibi kabiliyetlerim olmadığı için ilk birkaç yılımı başkalarına muhtaç yaşadım. Sonra öğrenmeye ve seçmeye başladım. “Gençken hevesini al, tadını çıkar” dediler, ben de önüme ne geldiyse denedim. Hangi şarabı seveceğimi, kahvemi nasıl içeceğimi seçtim. Aşklar seçtim, işler seçtim, eşler seçtim. Seçtim mi, seçtim mi zannettim sorgusuna girmiyorum bile artık, zorunlu seçmelilerden bile olsa ‘ben’ seçtim işte. Başka bir şeyler de seçebilecekken bunları seçmeyi tercih ettim. En sevdiğim yönetmenleri, en sevdiğim yazarları, en sevdiğim şarkıları seçtim ve ‘ben’ oldum. Görecelik taşısa da bence güzel bir şey oldum ama 27 yaşında ölen Rock yıldızlarından biri olmadım, zaten sesim de güzel değildi. Yıldız olmama da gerek yoktu, annem gibi de 27 yaşında ölebilirdim ama ölemedim. Devam ettim.

Seçtiğim ve sevdiğim mekânlarda, sevdiğim arkadaşlarımla, sevdiğimiz müzikleri dinleyip sevdiğimiz içkilerimizi yudumlarken, bir yerden sonra hep aynı yere dönen muhabbetler yapıyorduk. Ertesi gün de bir sonraki hafta da… ‘Ben’ olabilmek için harika yirmi, yirmi beş yıl yaşa; sonra aynı ‘ben’e elli altmış yıl mahkûm kal. Niye? Bir kurulu düzenimiz olsun diye. Okumaya devam et

Hiçbir şeyden korkmadım, işsizlikten korktuğum kadar..

20140924_160755“Mutlu olmak” ile “mutsuz olmak” arasında bir ruh hali daha var. Dinginlik mi? Ruhsuzluk mu?

Fulsen Türker: Garson ve Mutlu! Peki bu kadar mıydı? Mutlu sondan sonra ne olacaktı?  Burada bırakacak mıydım? Bitmesin diye yavaş yavaş okuduğum kitabın son sayfasını çevirmek değildi ki bu, çaresiz ertesi sabah yine uyanacaktım.

Başlangıçta kulağıma uzaktan bir esinti gibi gelen sesler git gide yükselmeye başladı.

“Kaç yaşına kadar garsonluk yapmaya devam edebilirsin ki?”

“Hadi kitabı yazdın, hevesini aldın, dön artık.”

“Yorgunum dedin, dinlendin. İş aramaya başlamanın zamanı gelmedi mi?”

Günde 10 saat zaman zaman 12 saat mesai, geceleri 5-6 saat bilgisayarın başında ikinci mesai, her hafta değişen gündemiyle hiç durmadığım tam 351 gün. Yorgundum, hala da yorgunum. Sıfatın “mutlu” olunca yorulmuyorsun sanıyorlar. Yüzün bir gün gülmedi mi, söylediğin her şeyi sorguluyorlar. Sıfatın “mutlu” olunca başın ağrımıyor, grip olmuyorsun, kötü bir gün geçirmiyorsun, hiç hata yapmıyorsun sanıyorlar. Sesler yükseliyor.

“Daha ne kadar 18 yaşında gibi yaşayacaksın?”

“E şimdi ne yapacaksın?” Okumaya devam et

Bir yalan söyledim, gerçek oldu..

Garson ve MutluYalanlarınıza dikkat edin, bazılarının altından çocukluk hayalleriniz çıkabilir! 

Tecrübeli eleman arandığını söyleyen ilana bir kez daha bakıp manyetik bir alana girmişim gibi çekiliyorum içeriye.

Geçen akşam bizim masaya servis yapan uzun boylu çocuğun yanına gidiyorum. Yakışıklı garsonlar hep hatırlanır. Bir de komik ve hoşsohbet olanlar.

“Eleman ilanı ile ilgili kiminle görüşebilirim?”

“Siz şöyle oturun, ben patrona haber vereyim.”

Cümleyi kurduğum anda pişman oluyorum ama köprüden önce son çıkışı kaçırmış bir çaresizlikle kendimi kaldırım üzerine atılmış masalardan birinde otururken buluyorum. Düşünmeden davrandım, düşüncesizce hareket ettim.

Garsonluk ha! Buraya kadar da düştük yani Fulsen! Aferin sana! Okumaya devam et

O gün ölmediğim için bugün yazıyorum..

Fulsen Türker'in Kendi Portresi

Fulsen Türker’in Kendi Portresi

Merhaba, ben Fulsen. 32 yaşında bir kadınım. 14 yıldır tam zamanlı çalışan, emekçi bir kadınım. Sağ olsun “Pizzacı” bile bugüne özel 5 TL’lik kalp şeklinde pizza promosyonu ile Dünya Kadınlar Günümü kutladı. Bilenler bilir, ben kadın kimliğimi 21 yaşıma kadar reddettim. Sıfatlarımın arasında cinsiyetimin yer almasını gereksiz bulup, eş dost sohbetlerinde östrojenime su katıldığını iddia ettim. Kadın olmayı sevmem ise 30+ yaşlarımı buldu.

1998 yazı. Çok sıcak bir yazdı. Ben her yaz olduğu gibi, Istanbul’un sayfiyesi sayılan bir beldede tatil günlerimi geçiriyordum. 16 yaşında sorunlu bir ergendim. Büyük isyanlarım vardı, her ergen gibi. Şimdi hayranı olduğum pek çok yazarı henüz okumamış, kendimi bulduğum o filmleri henüz izlememiştim. Yine de hayata dair sorulacak pek çok soruyu sorduğuma ve kati yanıtlarını bulduğuma  emindim. Bir ay sonra lise son olacaktım, sonra üniversite sınavına girip Istanbul’u kazanacaktım.  Okumaya devam et

Kadınlığımın Orta Yeri..

Ayten ve Fulsen 22 Aralık 1990, Eskişehir

Ayten ve Fulsen
22 Aralık 1990, Eskişehir

Çocuk tüm coğrafyaları kendi evi gibi bilirmiş ya ben de çocukken bütün kadınları anneannem gibi bilirdim. Adı Ayten. Aklınıza Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Milyon Kere Ayten’indeki Ayten düşmesin. Karadeniz’in sert ikliminde yetişmiş bir kadındır benim Ayten’im. Yeşilli morlu basma etekler giyer, ibadet eder gibi her gün üç kez arap sabunuyla yerleri siler. Uzun yıllar kadın sıfatını taşımaya dair hiçbir arzumun olmamasının nedenidir belki Ayten. Gardırobun alt rafında sıralanan tabanı hiç asfalt görmemiş rugan ayakabıların içine bez mendillere sarıp sakladığı altın bileziklerini sadece kabul günlerinde takar. Güzel kadınmış gençliğinde, ben görmedim. Saçlarını hep kısadır anneannemin. Annem öldükten sonra makyaj yapmamış, yakışık almazmış. Sadece televizyonu değil, kibrit kutusundan oklavaya kadar herşeyi dantellerle örter, evde yalnız olduğumuz saatlerde bana kızının adıyla seslenir.

Çocukluktan kalma psikolojik problemlerimin vebali boynuna, biraz deli ama kötü niyetli kadın değildir Ayten.  Annemi sevdiği kadar çok olmasa da beni de sever; bense uzun yıllar boyunca anneannemi değil, yaptığı zeytinyağlı sarmalarını sevdim. Bilirim beni sevdiğini. Tek mabedi mutfağı olan Ayten “Seni seviyorum” cümlesini kurmazsa da “Sana ıspanaklı peynirli börek yaptım” der çünkü. Okumaya devam et

Gitmeler üzerine..

Leaving Las Vegas, 1995

Leaving Las Vegas, 1995

Unutmaktan bu kadar korkmasaydım, belki de hiç yazmazdım. Canım yandığında insanlar yanıma gelir, zamandan, zamanla unutacağımdan, unutunca geçeceğinden bahsederler. Bazen unuturum, geçti zannederim; oysa ki aradan bir vakit geçtiğinde, anın duygusunu değil de salt olayı hatırlamaya başladığımda gerçekten geçer.

Çocukluğumun silik anıları arasında, sanki dün başımdan geçmiş kadar berrak bir akşam var. Beş yaşındayım. Cuma akşamı, Eskişehir’de kış. Annem yanıma geliyor “Hadi anneannenlere gidelim mi?” diye soruyor. Nasıl heyecanlanıyorum. Bizim evde yasak olan tüm muzır abur cuburları anneannem bana annemden gizli yedireceği için gözlerim parlıyor. Hem yatma saatim geldiğinde henüz eve dönmemiş olacağımız için fazladan iki saat renkli televizyon izlemek demek, anneannemlere gitmek. Sadece gözlerim açıkta kalacak şekilde paltomun kapşonu takılıp atkı ile sarmalanıyorum. Yola çıkıyoruz. Okumaya devam et

Yaş gelmiş 32’ye daha fazla bekleyemem..

Mayıs 2013, Arnavutköy Fotoğraf: Caner Okutan

Mayıs 2013, Arnavutköy
Fotoğraf: Caner Okutan

1988’in Kasım ayıydı. Doğduğum şehir olan Eskişehir’de kış kendini sonbahardan gösterirdi, belki hala öyledir, yıllardır görmedim. Küçük camından mutfak masasına kış güneşin vurduğu bir Kasım günüydü, balkona çıktığında göğsüne ayazın vurduğu bir Pazar günüydü. Babam Pazar günleri dükkanı açmaz, evde bize kahvaltı hazırlardı. Fıstıklı salam kızartırdı, fıstıklı salam pahalıydı o zamanlar, ben çok severdim ama her gün yemeye paramız yetmezdi.

Sonra bir anda evde herkes kayboldu. Boyama kitabımda, yanında Atılgan duran bir He-Man boyuyordum, annem o sabah bana turuncu, sarı ve pembeyi karıştırarak ten rengi yapmasını öğretmişti. Hemen öğrenmiştim, hep çabuk öğrendim. Bitirdiğim resmi göstermek için birini arıyordum, ev bomboştu. Sonra kapı çaldı, “Kim o?” dedikten sonra babamın sesini duyunca kapıyı açtım. Evimizde telefonumuz yoktu o yıllarda, çok kısa bir zaman sonra öğrendim babam bakkal dükkanımıza gidip babaannemleri aramış, altı ay sonra aileye katılacak kardeşimi müjdelemiş.

Babam gelir gelmez, beni aldı, alt komşumuza emanet etti. Boyama kitabım evde kalmıştı, daha kimseye gösterememiştim ten rengi He-Man’i. Altı yaşındaydım, saatlerce babamın beni gelip almasını bekledim. Gelmedi. Saatler, altı yaşındaki bir kız çocuğu için bir ömür kadar uzun olabiliyor. Bekledim. Okumaya devam et

Yaşlanmaya Başladığım An

Yaslanmaya Basladigim AnÖlümle tanıştığımızda, ben henüz bu dünya üzerindeki yedinci yılımı tamamlamamıştım. O gün neredeyse tanıdığım herkes ağlıyordu. Ben ağlamadım. Oysa okul bahçesinde koşmamam tembihlenmesine rağmen, söz dinlemeyip, düşüp de annemin yeni aldığı beyaz külotlu çorabımı parçaladığım yetmiyormuş gibi, dizimi kanattığım gün nasıl ağladığımı daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Ama o gün ağlamadım. Herhalde dizimi kanattığım günkü kadar canım yanmamıştı. O günden sonraki günlerde de ağlamadım. Ta ki bir gün ağlamayışımın toplum içinde –ki toplum o yıllarda ailem ve aile dostlarımızdan oluşuyordu- hoş karşılanmadığını anlayana kadar.

Ölülerin ardından ağlamak gerekirmiş, bu vesileyle öğrendim. Kaybettiğimin ne olduğunu henüz bilmediğim ve çok erken yaşlarda kaybettiğim için ilerleyen yıllarda da hiç öğrenemediğim şeyler için ağlamam uygun görüldüğünden, neye ağladığımı bilmeden ağlamaya başladım. Çocukken ağlamak daha kolaydı.

Okumaya devam et